Necm 16-17: Göz kaymadı ve (sınırı) aşmadı da. Andolsun ki o, Rabbinin büyük ayetlerinden (bir kısmını) gördü.
Vahiy ve miraç hadiselerinin anlatıldığı anlaşılan surenin baş kısmında bizim için mucizevi olan muhteşem olaylardan bahsedilmekte ve ilgili ayette Rabbinin büyük ayetlerinden gören Resullah sav in ne gözü kayıyor ne de ben bu muhteşem manzaraları gördüm diyerek kibirlenip veya kendinde bir ayrıcalık görüp haddi aşıyor yani kulluk çizgisini geçiyor.
Gönlü Rabbinden başkasına dönmüyor. Her güzelliğin ondan geldiğini bilerek sadece yüzünü, gönlünü ona dönüyor. Yaratılmış olandaki ihtişamı Allah’tan biliyor. O ihtişamda Allah’ı görüyor. Bizim için güzel birr örnek olan Resullah sav in bir hali bize anlatıldığına göre biz de bu hal üzere olmalıyız demektir. Peki bu hali nasıl elde edebiliriz? İşin başında atılacak basit adımlar neler olabilir?
En büyük engelimiz dünyanın ışıltılı görüntüsüne aldanarak maddi ve manevi beklenti içinde oluşumuzdur. Halbuki elde ettiğimiz her zevk hayal ettiğimiz kadar tatmin edici olmuyor ve hep beraberinde bir zorluk, sıkıntı ve tatminsizlik barındırıyor. Bu zorluklar bizde kimi zaman hırs kimi zaman da hayal kırıklıkları yaratıyor. Halbuki zorluklar bize bu lezzetlerden öğreneceğimiz bir şey olduğunu fakat asıl amacın bu lezzetlerin peşine düşmek olmadığını anlatmaktadır. Çünkü ruhumuzun tatmini tam olarak sağlanamamaktadır.
– İnsanların içinde olacağız ama insanlardan beklenti içinde olmayacağız,
– Dünyanın içinde olacağız ama dünyadan beklenti içinde olmayacağız,
– Nimetlerin içinde olacağız ama nimetten beklenti içinde olmayacağız. (Cennet de bu kapsama giriyor)
– Kendi kendimizle olacağız ama kendimizden beklenti içinde olmayacağız.
Bunların hepsini Allah’tan bilecek, Allah’ta bulacak ve yalnızca ondan beklenti içinde olacağız.
Her nerede ve ne hal üzere olursak olalım hep yüzümüz Allaha dönük, her şeyi ondan bilip, ondan bekler halde duracağız. Biz dünyaya bu hal üzere olmayı öğrenmeye geldik. Buradaki nimetler cennetle kıyaslandığında çok yetersiz ve fani. Böyle iken bile dünyadan başımız dönüyor ve kendimizi kaybederek Allah’ı zikretmeyi (hatırlamayı) ve şükretmeyi unutuyoruz. Bir de, cennet benzeri, nimetler zahmetsiz elde edilir ve devamlı olsa ne hale geliriz Allah bilir. Zaten bilinçli veya bilinçsizce dünyayı elden geldiğince, zihnimiz yettiğince bir nevi cennete çevirmeye çalışıyoruz.Her ne kadar yaptıklarımızla isteklerimiz uyuşmasa da… Kendimizi değiştirmeden dünyanın değişmeyeceğini unutarak, dünyayı kendimize göre şekillendirmeye çalışsak da…
Peki biz bu idrakte iken cennet bize verilse halimiz nice olur. Kendimizi bir daha bulamayacak şekilde kaybederiz. Bulunduğumuz yeri kendimize benzetir her şeyi mahvederiz. Öyleyse kendi halimizin düzeltilmesi, alemlerin rabbindeki güzelliklerin bilinmesi, tüm güzelliklerin ondan geldiğinin idrak edilmesi ve her daim ona hamd içinde olunmasının öğrenilmesi gerekir ki ancak o zaman cennete girecek kıvama gelelim. Dileklerini ıslah ve kontrol edememiş birinin her dileğinin olması felaket olur. Kulun rabbine teslim olması, iradeyi ona bırakması, ilmi sonsuz kudreti sonsuz olanı seyretmenin zevkine varmayı öğrenmesi gerekir.
Bu eğitimin bir parçası olarak dünyada, insanlar ve nimetler ile birlikte, rahmet ve zahmet içinde yoğrulmamız gerekmektedir. Sistemin başlangıcı olan maddeye bağımlılığın dağıtılması için gereklidir. Bunu bir uçağın havalanması için piste ihtiyacı duymasına benzetebiliriz. Bir kere havalandı mı artık o pistle bağlantısı kesilir. Belirli bir yüksekliğe gelince bulutların üstüne çıkar, üstte gökyüzü altta bulutlar bir anlamda dünya ile bağlantısı da kesilir. Bir anlamda biz de dünyadan ahirete yüz çevirdiğimizde, her olanı Allah’tan bilir ve bu hal üzere yaşayınca maddeden manaya geçeriz.
Bu farkındalığa erişip maddenin değil mananın peşine düşmek için dünyada her iyiliğin, nimetin, sevginin arkasından bir zahmet, sıkıntı oluyor. Rahmet ve zahmet gece gündüz gibi birbirini takip ediyorlar. Mesela çocuğumuzu çok seviyoruz ama onu yetiştirirken yaşanan sıkıntılar, zorluklar ne kadar fazladır. Peki umduğumuz karşılığı sevdiklerimizden alabiliyor muyuz? Bazen… Tüm mutluluğumuzu dünyevi olaylara bağlarsak hayatımız tam bir hayal kırıklığına dönüşmez mi? Bunların hepsi dünyaya bağlı kalmamayı gösteriyor. Olayları yönetebileceğini düşünmek, hayattan zevk almayı kendinden bilmek, Kendini kontrol edebildiğini düşünmek çölde serap görmek gibidir. Yaklaşınca kaybolur. Ömrümüz yakaladığımızda hayal kırıklığına uğrayacağımız bir hayale varmak için koşturmakla geçer.
Yaratılmış olandan mutlak tatmin olmanın imkanı yoktur. Muhtaç olan biri ne verebilir ve verdiği ile ne kadar tatmin edebilir ki? Fani olan sonsuz açlığı nasıl giderebilir? Hiç Gani olan gibi olur mu?
Aldığımız maddi lezzetlere bir mana veya bazı manevi değerler yüklemedikçe yani rabbimizin bize üflediği ruhumuzdan biz de o maddiyata üflemedikçe manevi lezzeti almak mümkün olmaz. Maddeden hareket edip esas lezzetin manada olduğunu idrak ettiğimizde yüzümüzü dünyadan ahirete yaratılmıştan yaratana dönmeye başlarız.
Namaz, oruç, infak ve kurban bu idrakin hal haline gelmesini ve ileri seviyelere taşınmasını sağlar.
Bize darlık ve genişlik hissi veren olaylara değil de kendi gönlümüzde bu hisleri oluşturan algılamalara bakmak gerekir. Bu bakış bizi geliştirir. Ne genişlikte ne darlıkta içimizin fazla dalgalanmamasına gayret etmeliyiz. Bu, algımızı yani kendimizi değiştirmekle oluyor. Dolayısıyla olayların rehberliğinde zihnimize, algımıza, gönlümüze şekil vermeliyiz. Kuranda bize öğütlenen ibadetler bu meziyetlerin kazanılmasında anahtardırlar. Namaz, oruç, infak, kurban, dosta düşmana karşı adil olmak yani dostun hatasını düşmanın hakkını görebilmek… içindeki manayı anlamazsak ibadetler yavanlaşır, gönül zorlanmaya başlar, işin içine nifak girer ve münafıklık baş göstermeye başlar.
Kuran, anlam olarak ‘çok çok okunan’ demektir. Okumak anlamak algımızı değiştirmek sonra değişen algımızla tekrar okumak ve yaşadıklarımızı tekrar değerlendirerek kendimizi değiştirmek ve bu değişiklikle tekrar okumak… bu sonsuz bir döngüdür. Gelişmek istedikçe devam edecektir. Çok çok okunan denmesindeki hikmet budur.
Allah, ömür vasıtasıyla bize, cennet ehli olmamız için düzeltmemiz gereken hatalarımızı bize gösteriyor ve ayetleri ile bize bu hataları nasıl düzelteceğimizi öğütlüyor. Rahmete erişmemiz için hatamızı görüp, tövbe edip, öğüdünü büyük bir özenle, takvayla tutmamız gerekiyor. Yaşadıklarımız ve kurandaki öğütlerin birleşimi dünyadaki eğitimimizi oluşturuyor. Rabbimizin sesini duyabilmemiz için kendi sesimizi kısmamız gerekiyor. Hikmeti anlamak için egodan sıyrılmalı, Rabbimizin bize verdiği değerin dışında bir hiç olduğumuzu anlamalı ve kulluğumuzu bilmeliyiz. Ben bilirim, ben doğruyum demekle kendini geliştirmek mümkün olmaz.
Egodan arınmak çok zordur ve insan benliğine düşkünlüğüyle kendini tuzağa düşürebilir. Ben hiçliğimi biliyorum demek bile insanı egoya düşürebilir. Hiç olanın ben dememesi gerekir.
Namaz bize, bedenimiz bu dünyada iken gönlümüzün Allah’ı zikretmesini, her dünyaya daldığımızda kendimizi toplayıp yüzümüzü rabbimize dönmemizi öğreten bir ibadettir. Bu işlem, her gün beş kere tekrar etmeyi gerektirecek kadar önemli ve bir o kadar da öğrenmesi zor bir meziyettir. Bu ibadet, özünü anlamadığı için faydasını görmeyen birine zor gelir.
Özellikle yaşadığımız sıkıntılarda biz olayın şekline bakıyoruz veya bizde yarattığı duyguya bakıyoruz. Bu bizi o kadar meşgul ediyor, o kadar ben merkezli yaşıyoruz ki, o olayın ana fikrini, altında yatan hikmeti göremiyoruz. İhtiyaçlarımızın tatmininde aciz kalışımız, bizi cam gibi kırılgan hale getiriyor. Bu camı koruyalım derken kendimizden başkasını umursamıyoruz. Ne kadar korursak koruyalım bir yere kadar becerebiliyoruz, sonunda kırılmasına engel olamıyoruz. Acımasız, anlayışsız, bencil, tüketen biri durumuna düşüyoruz. Bu halde iken ruhun huzur bulması mümkün değildir. Nefis, idrak eksikliği ile daha da hırslanır ama ne yaparsa yapsın kişi kendini değiştirmedikçe huzur bulması mümkün değildir. Eğer gittiğimiz bu yoldan dönmezsek ruhumuz nasırlaşır. Kendimizi karanlıklara atmış ve zulüm etmiş oluruz. Bir cehennemden diğerine gezer dururuz. Bir kılavuz olmadan da çıkışı asla bulamayız.
Cennet barış yurdudur. Barışçıl olmayı biz dünyada iken öğreniyoruz. Bu savaşın içinde gönlümüz barış içinde olmalıdır. Böyle bir hali Allah’a tevekkül etmeden ona kul olmadan kazanmayı hayal dahi edemeyiz. \”Düşmanın dahi olsa ona lafı güzel söylemek\” başka nasıl mümkün olur. Bugün siyasetçilerin, dünyanın düştüğü kavga ortamı hep bu idrakin yoksunluğundan kaynaklanmakta değil midir?
Allah’a tevekkül bir anlamda isteyen, talep eden değil, seyreden makamında olmak demektir. Bu hal ancak Allah’ı tanımak ile olur. İnsan bildiği, anladığı, kavrayabildiğine güvenir, teslim olur, seyretmekten lezzet alır.
Yoksa aklın sınırlarını aşan bir ihtişamı görüp de gözün kaymaması ve kibire kapılmamak nasıl olur?